Sayfalar

16 Kasım 2019 Cumartesi

Dinle


Bir Eylül ayına göre bunaltıcı güneş ışıkları tepede yükselirken kalabalığın arasından sıyrılmayı başarıp turnikelerden geçtim. Yürümemiz için döşenen taşların kapladığı alan küçük tutulmuş , bakımlı çimler ve daha önce gördüklerime oranla küçük gül ağaçları , çam fidanları çim öbeklerinin etrafına serpiştirilmiş. Sağ tarafta turistler için bir hediye mağazası, sol tarafta eski Türk mimarisinin çadır geleneklerini taşıyan özellikleriyle Mevlana Camii ve hemen arkasında görünen yeşil kubbesiyle Mevlana Türbesi. Oldukça geniş bir alana yayılmış insanların azınlığını yabancılar, çocuğu olmayan çiftler ve arkadaş grupları oluştururken topluluğun çoğu çekirdek aileler; kimi ağlayan çocuğunu susturmaya çalışıyor, kimi ailenin büyüğüne yürümesinde yardım ediyor, kimi okuma yazma bilmeyen oğluna geniş alanı sınırlayan duvardaki cümleleri okuyor:

"Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol."

"Hoşgörülülükte deniz gibi ol."

"Şefkat ve merhamette güneş gibi ol."

Öyle tanıdık ve samimi cümleler ki gözlerim italik harfler üzerinde dolaştıkça ister istemez gözlerim sulanıyor. Türk kültürüne hakim biri olup da bu cümleleri duymayan yoktur herhalde, hayatın dilimizden bir gün düşürmediğimiz ‘hızı’ bizi öyle güçlü bir akıntıya kaptırıyor ki aslında… Belki her gün hayatın hızından şikayetçiyiz ama asıl şu cümleyi duyunca içimizde bir şey burkuluyor, rahatsız edici bir suçluluk duygusu kaplıyor benliğimizi: “Hoşgörülükte deniz gibi ol.”

Sahneler hemen geçiyor aklımdan bir bir, pişmanlık duygusu: şu turnikeden yürürken geçmeme yardımcı olan güvenlik görevlisine bir teşekkür etseydim keşke... Sabah otobüse binerken şoföre gülümsesem, günaydın desem sanki dilime yapışırdı! Öyle güzel bahanelerimiz var ki hayata karşı, kendimizi savunmasını çok iyi biliyoruz. Mücadelemiz çetin. Ne düşünmeye, ne okumaya, ne sevmeye, ne de gülümsemeye vaktimiz var. Hepimiz biliriz yaşamın iniş çıkışlarını. Ama hangimiz yenilmedi ki geçen zamana… Bazen en çok ihtiyacımız olan şey bir ruh temizliği olur. Hayatın fark etmeden bizi kirlettiği yerlerde durup hatırlamamız gereken cümleler bile bizi uzun düşüncelere sevk edip hayatı herkes için güzelleştirebilir.

Şefkati, merhameti, hoşgörüyü kaybettiğimizi anladığımız anlar, o anlar. Sabretmeyi unuttuğumuz, başkalarının kusurlarını görmemezlikten gelmeyi. Ve en acısı, kendimiz olmayı veya ‘birisi’ olmayı. Çünkü ancak vakit harcamakla olunur ‘birisi’ olmak, hayatı anlamakla, okumakla, gezmekle, muhabbetle, sevgiyle. Bazen öyle bir muamma kaplamalıdır ki ruhu, bir merak duygusu, bir yerinde duramama, sonra insanın aklına gelmeli bu değerli cümleler, Mesnevi’den. “Cömertlik ve yardımda akarsu gibi ol.” Çünkü bazı cümleler yolun kenarında oturup büyümüş gözleriyle insanlara bakan çocukların hayatını değiştirecek güce sahip. “Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol.” Çünkü bazı cümleler kendinden başlayıp ailenin, sokağın, şehrin, ülkenin, dünyanın güzelliğini sağlayabilir.

Hayatta en zor olgulardan biridir ‘iyi olmak’. Çoğuna göre gönülde biter iyilik; çoğunun niyeti iyidir. Kötülükler için çekilen vicdan azabıdır iyilik. Rahatını bozmadan yapılan kınamadır. Gece yatmadan önce yapılan duadır veya her şeyden uzakta dökülen bir damla yaştır.

Peki ne dersiniz, düşünelim biraz: ”Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün.” demiş zamanında Mevlana. İyi niyetliyiz, belli. Gözümüzden dökülen yaş, göğe açılan avuçlarımız kanıt buna. Eh, aynı zamanda yapılan eleştirilere karşı yanlara doğru açılan avuçlarınız ve ‘ne yapabiliriz ki biz?’ diye isyan edercesine bakan gözleriniz de olduğunuz gibi görünmekte yaşadığınız mücadeleyi anlatıyor!

Bunları düşünürken kendimi kalabalığa kaptırıp giriyorum Mevlana Camii’ne. Camii’nin içinde Mevlana’ya ait eşyalar, duvarlarda hat yazıları, Mesnevi’den alıntılar var. Sağ tarafta en yakınlarının türbeleri. Kalabalığı gözden geçirdim. Çoğu ellerini açmış dua ediyor, bazıları fotoğraf çekiyor, birkaç turist dikkatle rehberlerini dinliyor.

Sol tarafta Mesnevi’nin ilk beytinin yazılı olduğu eskimiş kağıda baktım. “Dinle”  Mesnevi böyle başlıyor.

Sanırım şimdi en çok ihtiyacımız olanlardan biri dinlemek.

Kaynakça - Mevlana, Mesnevi

Aşkın Şiirini Yazmak



Kitapçıda akılda belli bir kitap olmaksızın raflar arasında gezmek bazen ne kapılar aralıyor… Şöyle geniş bir vakitte, sayfaların kokusunu içime çekerek cebimdeki o çok değerli bir avuç parayı hangi şanslı kitap uğruna çıkaracağıma karar vermek için rafların arasında dolaşmak belki en sevdiğim faaliyetlerden. En sevdiğim raf ise şiir rafları. Böyle nadir vakitleri harcamaya değer bulduğum kelimeler, bana binlerce kapı aralamalı, cevaplayamayacağım sorular sormalı, gidemeyeceğim yerlere götürmeli, söyleyemeyeceğim şeyler söyletmeli, düşünemeyeceklerimi fısıldamalı kulağıma ve değiştirmeli yüz ifademi.


Kimisi kalın ürkütücü, kimisi adını görmeme izin vermeyecek kadar ince olan kitapları gözlerimle tarıyorum. Ne kadar fazla seçeneğiniz olursa o kadar mutsuz oluyorsunuz. Bugünün konusu ne olacak acaba… Elimi uzatıp beyaz ince bir kitabı raftaki yerinden çıkarıp elime alıyorum. Zannettiğimden daha ağır.


Aşkın Kitabı, Nizar Kabbani


Aşk. Dilimizdeki en bilinmez kelimelerden biri. Ve en tuhaf. Yeri gelince ad, sıfat, fiil, zamir, zarf; yeri gelince bir çift göz, bir tutam saç, bir parmak izi, bir hüzün, bir gülüş, gökyüzünden süzülen bir kar tanesi veya hızla çarpıp sıçramanın eşiğinde ağır bir yağmur damlası. Dilimizde bu kadar anlamı olan nadir kelimelerden. Belki evrende olup biten her şeyi bu üç harfle açıklamak mümkündür, kim bilir! Sözlük anlamı: “Bir varlığı tutku ve bağlılık düzeyinde sevme.” Sözlük anlamını okuyunca ‘Bununla bitseydi keşke!..’ diyesi geliyor insanın. Sahi öyle çok yazılıp çizilmiştir ki aşk hakkında artık her harfin altı harabeye dönmüş; kimi yerleri paslanmış, tozlanmış, çamur olmuş, yanmış kül olmuş. Yine de yeşeren otlar, çiçekler sarmış her yeri ama o hayal kırıklıklarının umutsuzlukların, gözyaşlarının izlerini örtememiş belli ki.


soruyor sevgilim:
gökyüzü ile benim aramdaki fark ne?
aranızdaki fark şöyle ki
bir gülsen sevgilim
aklımda ne yer kalır ne gök


Bir aşk şiiri de işte bu harabeyi ve orada burada yeşeren otları gözlerimiz önüne serer aslında. Kimi şiirlerde açan güller o kadar göz alıcıdır, meyve ağaçları ağırlıkları öyle kaplamıştır ki kadrajı, harabe marabe kalmaz. Kelimelerin arasında kalbiniz bir sıcaklıkla dolar, elleriniz terler, bir eksiklik hissedersiniz veya bir fazlalık; okuduğunuz kitabın arkasındaki fiyat etiketi, kapının arkasında olanca hızıyla akan hayat tüm anlamını yitirir bir anda.


ey hâlâ ırak olan


onuncu yıldan sonra bile


saplanmış mızrak gibisin hala belime





Ve işte A’nın arkasındaki yangın bu. Ş’ye kazılmış kuyu; gelen düşsün diye. K’nin üzerindeki toz, kimsenin silmeye tenezzül edemediği. Yiğitleri toprağa düşüren, gözleri karartan dünya meselesi.


Hızla kitabın ilk sayfalarına gidiyorum.


“Bağdat’ta tanıştığı eşi Belkîs, 12 yıllık bir beraberlikten sonra, Beyrut’ta Irak Büyükelçiliği’ne düzenlenen bir bombalı saldırıda, 1982 yılında hayatını kaybetmiştir. Gerek bu olay gerekse siyasî şiirlerinde acımasızca eleştirdiği Arap yöneticilerin tutumları Nizâr Kabbânî’yi daha ihtiyatlı davranmaya sevk etmiştir.”


“Kadın Şairi”


“Arap Milletinin Şairi”   


“Duygusal ve romantik bir şair olan Nizâr Kabbânî, şiirlerini oldukça sade bir dille yazmıştır.”         *


Aşk ne kadar az kelimeyle anlatılırsa o kadar iyi anlaşılır. Çünkü şiirde bir kelimenin anlatacağını, başka bir kelime daraltır. Şiir uzadıkça, aslında daralır. Nizar Kabbani bunu fark eden ve Arap şiirini şimdiki yerine taşıyan şair olmuş. Öfkenin, isyanın, aşkın, cesaretin diliyle yazmış şiirlerini. Öyle ki şiirleri baskıyla ve zorbalıkla karşılanmış, yayımlanması zorlaşmış. En sonunda şair dönem iktidarı tarafından sürgüne gönderilmiş. Yine de duruşunu korumuş : “Zorbalığın var olduğu bir ortamda aşk ve özgürlük serpilip büyüyemez”


Belki en güzel karşılığını bu şiirlerde bulmuş aşk. Çeviri şiir olmanın dezavantajlarını da çok görmemiş; Arapça’dan Türkçe’ye. Kardeş diller anlatmak istediklerini birbirlerini zedelemeden meydana getirmişler. Harabeleri ve çoğunlukla gül bahçeleriyle; isyanıyla ve öfkesiyle bu şiirler bir oturuşta değil de bir ‘ele alış’ta okunabilir. Bu şiirler bir ömür boyu düşündüren üslupta vücut buluyor ve aşığın hülyalı gözlerinde bulanıklaşıyor. Aşıksanız eğer size çok şiir gerekmez…


Ama şiir sizi olduğunuz yerden alabilir ve olmak istediğiniz yeri bulmanızı sağlayabilir.


Şiir bu yüzden değerli ve nadirdir.


Aşkın Kitabı şiirdeki bütün beklentileri karşılayabilir.




neden ışık saçıyor mürekkebim neden


seni sevdiğimden beri


ve neden çayır çimen defterlerim


her şey değişti beni sevdiğinden beri


çocuklar gibiyim, güneşle oynuyorum


peygamber gönderilmedim ama


sana dair yazınca bir peygamber oluyorum

























22 Ocak 2015 Perşembe

-Tam Zamanı-

     Kolu çekti ve bagajı açtı. Yanındaki asker dikkatle ona bakıyor oyunculuğunu ölçüyordu. Bundan rahatsız olmadı. Babası onu iyi eğitmişti. Eğitim yeterli değildi tabii , askerlerin yargılayıcı bakışlarından biraz olsun korunmak için erkek kılığına giriyordu ve sesini de gerektiği yerde kalınlaştırmak zorundaydı. 2 yıldır bu yoldan geçmeye alışmıştı. O sınırdan geçen tır şoförlerinin , mültecilerin , endişeli bakışlarıyla etrafı fır fır tarayan küçük çocukların askerden nasıl korktuğunu tecrübe etmişti. Kendisi onlardan değildi artık. Bazı askerler onu tanıyordu bile.
     Askerin eğilip bulduğu her şeyi ellemesine izin verdi. Nasıl olsa otları bulamayacak, ondan hakkını helal etmesini isteyip diğer arabaları araştıracaktı. Biliyordu böyle olacağını  yüzlerce kez yaşamıştı çünkü.
     Olaylar tahmin ettiği gibi gerçekleşti. Arabada sebze ve meyveden başka bir şey bulamayan adam hakkını helal etmesini bunun yalnızca tedbir amaçlı olduğunu söyledi. O , bu lafları çok duymuştu. İçinden bir kahkaha attı. Bu adamların ağzı yalnızca laf yapardı . Bagajı sert bir şekilde kapatıp babasının yanına döndü.
     Yolları uzundu , Büyük İskender’in yıllar önce fethedip kanunlarını getirdiği şehre otuz kilogram esrarla gidiyorlardı. Bundan rahatsız olduğu söylenemezdi. Sonuçta hayatlarını bu kanun dışı madde sağlıyordu.
     İskenderun limanına geldiklerinde takım elbisesi ve saygın bir kaptana yakışmayan diksiyonuyla babasının alıcı dediği adam limanda onları bekliyordu. Babası hızla bagajı açtı ve meyve dolu torbaları alıcıya verdi. Alıcının yüzünde beliren gülümseme malların doğru olduğunu gösteriyordu.
     Uyuşturucuları boşaltıp parayı aldıktan sonra arabaya bindiler. Bindiklerinde üzerinde ani bir yorgunluk hissetti. Çok kısa bir süre için tüm isteği eve gidip yaylı yatağına uzanmak , yumuşak sayılabilecek yastığına başını koymaktı. Ama o kısa anın sonunda artık aklında yarın olacağı sınav vardı.
     Kadayıf Kasabasının çıkış tabelasından yaklaşık 500 metre sonra Baykuş Sokağın tabelasını görürdünüz.  Sokağın sonuna giderseniz şayet , iki katlı , zengin bir uyuşturucu kaçakçısına göre mütevazı bir ev görürdünüz. ‘Depo’ olarak adlandırdığı yaşadıkları yere geldiklerinde güneş yavaş yavaş yüzünü göstermeye başlamıştı. Birkaç saat sonra sınava girecekti. İçinde sınava karşı hiçbir duygu beslemiyordu. Beslemeli miydi? Emin değildi. Babası ona daima büyüyünce uyuşturucudan başka bir mesleği olmayacakmış gibi davranmıştı. Evet , okula göndermişti , bu bile dua etmesi gereken bir husustu ama okuldaki tek arkadaşı Papatya’nın ona anlattığı gelecek hayalleri masal gibiydi. O da Papatya gibi olmak istiyordu.
     Buna rağmen sınavı kazanmak ve büyük şehirlerden birine gitmek için ne yapması gerektiği konusunda hiç fikri yoktu. Bugün de sınav vardı. Acaba bir mucize olur da İstanbul’u kazanır mıydı? O da Papatya’nın yapacağı gibi Amerika’ya gidip orada astronot olabilir miydi? Ya da bunun için ne yapması gerekiyordu? Sınavı kazansa bile babası asla büyük bir şehre taşınmazdı. Asla onun gitmesine ve liseyi okumasına izin vermezdi. Peki , ya … Kaçsa ?
-Pınar!
En azından şu an için babasını onu sınavın yapılacağı okula taşımaya ikna ederse gerisini halledebilirdi herhalde.
-Sınava gidecek misin?
-Tabii baba!
-Kadayıf meslek Lisesi’ne alırlar mı acaba seni?
Babasının sorusuna cevap vermedi. Kadayıf Kasabasındaki meslek lisesine gitmek istemiyordu o. Papatya gibi Ankara’da , İzmir’de bir Anadolu Lisesi’ne gitmek istiyordu.
Nasıl mı?
Nasıl olacağını bilseydi burada olmazdı.
Kahvaltılarını sessizce yapıp sınava yarım saat kala yola çıktılar.
_________________________________________________________________________

Eve dönerken babasının arabada sınavla ilgili sorduğu hiçbir soruya cevap vermemişti.  Ağzını açsa ağlayacaktı çünkü.
Ne mi bekliyordu?
Bilmiyordu.
Belki iyi bir puan alırdı.
İyi bir puan almak için ne yapması gerektiğini biliyordu. Çalışmalıydı herhalde… Ama nasıl?
     Demek çalışmadan olmuyordu. O zaman çalışacaktı. Henüz geç sayılmazdı değil mi? Sonsuza kadar sesini kalınlaştırarak ve erkek kılığına girerek yaşamak istemiyordu. Hele o sınırdan geçmek , hayatlarının nereye gideceğini bilmeyen umutsuz mültecileri , taşıdıkları insanları zerre kadar umursamayan tek derdi para olan insan kaçakçılarını , yaptığı işten bıkkın tır şoförlerini görmek , her gün , hele kendini görmek orada… Uyuşturucu kaçakçısı olarak… Sonsuza dek? Asla!
     Artık geç miydi? Hayatı boyunca mahkum muydu uyuşturucu batağına? Bu son şansıydı ve onu da boşu boşuna mı harcamıştı? Bir daha eline bir fırsat geçmeyecek ve hayatının sonuna kadar ‘depo’da sıkışıp kalacak mıydı? Peki ya , babası ölünce , tek başına ne yapacaktı? Babası her ne kadar kabul etmek istemese de o bir kızdı. Kadınların bu işte asla yeri yoktu. Babasının iş ortakları onun kız olduğunu öğrenseler her şeylerini kaybederlerdi. Ah! Kız olmaktan nefret ediyordu.
     Gözyaşları yanaklarından dökülürken sessiz olmaya çalışıyordu. Babası duymayacaktı onu. Ağladığını asla anlamayacaktı. Onu daima kendi sözünden asla çıkmayan uslu , tatlı ve aynı zamanda da güçlü küçük kızı olarak bilmeliydi.
Yatağında doğrulup burnunu çekti. Şu evden bir çıkabilse! Her şey hallolabilirdi.
Olur muydu?
Bütün şanslarını kaybetmemiş miydi? Hala umudu var mıydı? Belki İstanbul’a gitse…
     O an aklına gelen fikirle sarsıldı. Annesini de bulurdu belki. Annesinin İstanbul’da olduğunu biliyordu. Annesi onu doğurduktan sonra sırra kadem basmıştı ve onu sadece fotoğraflardan tanıyordu. 15 sene boyunca babasıyla yaşamıştı , başka kimse olmadan. Annesini bulma fikriyse içini ürpertiyordu. Nasıl bulabilirdi ki annesini?
Tanrı aşkına , İstanbul’a nasıl gidecekti ki?
     Umutsuzca yastığına sarıldı ve düşünmeye başladı. Göz kapakları kapanmak istiyordu. Ama bu sefer yapmayacaktı. Uyumayacaktı.
Babası alt katta yemek hazırlıyordu.
     Babası paralarını yatak odasında saklıyordu. Yavaşça kalkıp kapıyı açtı. Koridorda sessizce ilerledi. Babasının paraları nerede sakladığını bildiği için şanslıydı. Babasının 15 yılda kazandığı güveni hayatta en değer verdiği şeyin , paralarının , nerede olduğunu söylemesine yetmişti. Ama şimdi bu güven küpünü saniyeler sonra kırmak üzereydi. Buna hazır mıydı?
Durdu.
     Bunu gerçekten yapacak mıydı? Babasının parasını çalacak ve İstanbul’a gidecek miydi? İstanbul’a gidince ne yapacaktı?
Pekala , bazen hayatta risk almak gerekirdi , değil mi?
     Bunun son şansı olduğuna inanıyordu. Varsın sınavı kazanamasın , İstanbul’daki kötü lisede okuyacaktı. Kadayıf Kasabasındaki değil. Annesini bulacaktı. Belki okul başlayana kadar bir işte çalışır bol bol para biriktirirdi. Babasına ihtiyacı yoktu. Hele esrara , asla gereği yoktu.
     O an fark etti. Uyuşturucuyu , ona bağımlı olan insanlara götürürken , aslında onlar daha çok bağımlıydılar o insanın hayatını bitiren maddeye. Uyuşturucu olmadan aç kalırlar , ölürlerdi. Bu düşünce onu korkuttu. Hiçbir şeye bağımlı olmak istemiyordu o. Özgür olmak istiyordu!
     Daha kararlı adımlarla ilerledi. Odanın kapısını açıp paraları eliyle koymuş gibi buldu. Kaç lira olduğuna bakmadan aceleyle kapıyı kapatıp odasına koştu.
Küçük bir çanta alıp yüklü bir meblağ olan parayı çantasının en dibine koydu.
Babası paraların kaybolduğunu fark etmeden önce onun İstanbul’a giden otobüste olması gerekiyordu.
     Babası onu gün içinde çok önemsemezdi. Herhangi bir iş yaptırmayacaksa umurunda bile olmazda kızı. Bundan yararlanıp aceleyle çantasını sırtına aldı , uzun saçlarını omuzlarının gerisine ittirip sessizce merdivenlerden indi. Babası mutfakta kapıya arkasını dönmüş bulaşık yıkıyordu. Ona son kez baktı ve kapıyı kapatıp Kadayıf Kasabası’nın otogarına doğru koşmaya başladı.
     Hiçbir şey düşünmemeye çalışıyordu. Düşünse ağlayacaktı ve hatta geri dönecekti belki. Babası onun olmadığını fark edince ne yapacaktı kim bilir? Karısını 15 sene önce kaybetmiş ve hayatta belki üçüncü veya dördüncü sırada değer verdiği şeyi , kızını , kaybettiğini yeni öğrenmiş bir baba. Babası onu seviyor mu , ona değer veriyor mu emin değildi aslında. Sevgisini hiç göstermemişti ona. Bir kere olsun kucağına alıp uzun siyah saçlarını okşamamıştı kızının. Belki o evden , babasından kaçmasının sebeplerinden biri de buydu. Biraz olsun sevilmek istiyordu , değer görmek istiyordu. Görünmez olmaktan sıkılmıştı.
Kadayıf Kasabasının ‘Güle Güle’ tabelasından çok uzakta değildi otogar. Nefes nefese içeri girdiğinde ter içinde kalmıştı ve titriyordu. Hayatında hiç böyle bir şey yapmamıştı. Etrafına bakındı.
-Haydi , İstanbul’a! Bir iki bir iki İstanbul kalkıyor! Acele edin!
Sağ tarafta avazı çıktığı gibi bağıran adama baktı. Etraf kalabalıktı ve birçok insan adamın yüzüne bile bakmadan endişeli ifadelerle yanından geçip gidiyordu. Ne yapması gerekiyordu? Adamın yanına gidip sormalı mıydı?
Cesaretini topladı.
-Öhüm… Merhaba.
Adam bağırmayı bırakıp ona döndü.
-Merhaba küçük hanımefendi.
-İstanbul’a gitmek için… Ne yapmam gerekiyor?
-Hemen otobüse geçin , parasını sonra ödeyebilirsiniz.
İnanamıyordu! Sonunda İstanbul’a gidiyordu ha! Çığırtkana teşekkür etmeyi bile unutup otobüse atladı. Yüzünde mutluluğunu belli eden kocaman bir gülümsemeyle otobüsün dar koridorunda ilerleyip kendini boş koltuklardan birine attı. Çantasını kucağına koyup camdan müşteri toplamak için bağırmaya devam eden çığırtkanı seyre daldı.
_________________________________________________________________________

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Saklamak

Bütün yaşananlar , iyisiyle , kötüsüyle , özlemiyle , kavuşmasıyla , sevinciyle , üzüntüsüyle , öfkesiyle , sevgisiyle ; unutuluyor.
Lisede yaptığımız onca haylazlık , üniversiteye geçerken alnımızdan damlayan ter , mutlu geçirdiğimiz nadir bir günün gülümsemesi , akan gözyaşlarımız , ilkokulda aldığımız '5' dolu karnemizi babamıza gösterirken yüzümüzde oluşan kıvanç dolu ifade , küçücük bir bebekken yürüme çalışmalarımız , düşüşlerimiz , kalkışlarımız...
Kağıdı , kalemi ne için kullanır insan?
Dönüp geçmişimize baktığımızda onun orada olduğunu kanıtlamak içindir , kağıtlar , kalemler...
Bazıları için gereksizdir geçmiş. 'Önümüze bakmalıyız' derler , geçmişte yaptıklarımız için kendimizi yargılamamızın veya övmemizin zaman kaybı olduğunu düşünürler.


Oysa ne güzeldir oturup anıları tazelemek bazen. Geçmişte yaptıklarımızı , yaşadıklarımızı yüzümüzde bir tebessümle okumak.
Günlük tutmak , beğendiğiniz bir lafı kenara not etmek , ortaokulun son gününde arkadaşlarınızın güzel sözler yazdığı gömleği saklamak...
Bunlar önemli. Çünkü unutuluyor her şey.
1 sene önce yazdığınız günlüğü okurken "Vay be , nasıl biriymişim ben..." diyorsunuz. Çünkü o kadar çok değişiyor ki insan. Davranışları , karakteri , dış görünüşü , fikirleri , sevdikleri , sevmedikleri...
Yaptıklarınızın yüzünden pişman da oluyorsunuz bazen. Belki hayatınızın kararını yanlış veriyorsunuz. Belki çok sevdiğiniz bir dostunuzu kırıyorsunuz , belki yanlış fikirleriniz var.
Bütün bunları unutuyorsunuz ve yaşlanınca bir boşluğa düşüyorsunuz.
Asıl pişmanlığı o zaman yaşıyorsunuz.


PuCCa'nın bir yazısı vardı. " Bir arkadaşımın evine gitmiştim ve evlerinde oyun oynarken bir kapıyı açmıştım. İçeride koltukta oturan çok yaşlı  bir adam vardı. Adam benimle konuşmaya başladı ama sayıklıyordu , saçma sapan şeyler  söylüyordu.  Korkmuştum.  Adama bakarken annesi gelip bana onun arkadaşımın hasta dedesi olduğunu söyledi. O andan sonra çok korktum. Ben de o adam gibi olurum diye. Yaşadığım her şeyi unutup giderim ve bir odada gelip giden nadir insanlara saçma sapan şeyler söylemeye başlarım diye. İşte o günden beri yaşadığım her şeyi yazıya dökmeye başladım."

Yaşadıklarınızı sakın unutmayın. 'Bir daha hatırlamak istemiyorum.' demeyin. 10 sene sonra okuyunca 'İyi ki yazmışım.' diyeceksiniz.

Bir de bir kağıda 10  sene sonra kendinizi nerede görmek istediğinizi yazın. Bir mektuba koyup diplere kaldırın. O kadar güzel olur ki 10 sene sonra açıp okumak o mektuplarınızı. Hedeflerinizi başarmanın sevincini , başaramamanın pişmanlığını , yeni hedeflerin varlığını fark edersiniz.

1 Mart 2012 Perşembe

Lades!

Yıllar önce iki devlet varmış. Bu iki devletin doğal olarak da diktatör iki tane kralı varmış. Bu iki kral birbirleriyle hep savaşırlarmış. Birbirlerine mektuplarla hakaretler yağdırır , kısaca hep kavga ederlermiş . Bir gün birinci kral ikinci krala bir mektup yazmış. Bu mektup şöyleymiş;

''Sevgili unkral(''un ''ingilizcede bir sıfatı olumsuzlaştırmak için kullanılır galiba);
Ben burada oturup bunları yazarken sen de belki bana doğru asker yolluyorsundur. Ama benim sana bir teklifim var . Bu işi daha farklı bir şekilde çözelim. Sen o askerlerini geri gönder sonra da ''Kral Adası''nda kendine bir saray mı yaptırırsın ev mi yaptırırsın yoksa tam senin seviyene uygun olan 5 metrekarelik bir kulübe mi yaptırırsın bilemem. İkimiz de bir hafta sonra o adada buluşalım yanımızda vezirlerimizden başka kimse olmayacak şekilde yerleşelim. Ve şu anda sana lades teklif ediyorum. Düşük seviyen yüzünden büyük ihtimal lades ne bilmiyorsundur . Hemen anlatayım: Eğer ladese girersek birbirimize her bir şey verdiğimizde ''aklımda''dememiz gerek. Eğer aklımda demezsen kaybedersin. Ve lütfen canına girelim.Yani eğer kaybedersen canın gider. Ne diyorsun?
Normal kraldan
Sevgisizliklerle''


Sonra da bu mektubu bir askeriyle yollamış. Mektubu alan ikinci kral doğal olarak burnundan solumaya başlamış. Ve hemen o da birinci krala bir mektup yazmış;

''Öncellikle unkral olan sensin unkral. Daha sonra teklifini kabul ediyorum.Ayrıca kendime bir saray yaptıracağım. Ve ayrıca ladesin ne olduğunu biliyorum.
Sana da sevgisizliklerle''

Birinci kral bu mektubu alınca yine kızmış. Ve yine bir mektup yazmış. Bu mektup tek kelimeden oluşuyormuş;
''Tamam''

İki kral da anlaştıkları gibi bir hafta içerisinde kendilerine bir ev yaptırmışlar. Birinci kral saray değil sadece bir ev yaptırabilmiş . Ama bu ev de villa gibi bir evmiş. İkinci kral ise işçilerini gece gündüz çalıştırıp bir saray yaptırmış ve birinci kralı ezmiş.
Birinci kral buna çok kızıp son gecede askerlerini çalıştırıp minik bir ahır yaptırmış ve ikinci krala bir mektup yazmış;
''Senin için çok güzel bir ev yaptırdım. Beğendin mi?''

İkinci kral buna gerçekten çok sinirlenmiş. Ama son gecesi olduğu için bir şey yapamamış. Ve ertesi gün gelmiş.
İki kral da karşı karşıya gelecekleri için çok heyecanlıymış. Ama heyecaanlarını doğal olarak gizlemeye ,sanki hiç karşılaşmak istemiyormuş gibi yapmaya çalışıyorlarmış. En sonunda ikisi de adaya varmışlar. Evlerine yerleşmişler. Evlerinin her tarafına ''lades! ''yazan posterler yapıştırmışlar hatırlayabilmek için. Bir hafta geçmiş. Hiç görüşmemişler birbirleriyle. Birinci kral sıkılmaya başladığını itiraf etmiş vezirine. Hemen bir mektup yazmaya yeltenmiş ama düşünmüş ki;''Bu böyle olmaz. Eğer ladeste yenilmek istemiyorsam bir şeyler yapmam lazım.'' demiş ve ikinci krala en sonunda bir mektup yazmış:
''Yorum yolunda , saat 15. 00 'da buluşalım. Eğer gelmezsen benden korktuğunu düşünürm ve bu senin için hiç iyi olmaz.''
Birinci kral bu mektubu veziriyle birlikte ikinci krala yollamış. İkinci kral da okuduktan sonra biraz düşünmüş ve vezire ''Gelicem.''demiş. İki kral saat 15.00'da yorum yolunda buluşmuşlar. Birinci kralın çok kurnazca bir planı varmış.Yanına bir tane fotoğraf makinesi almışmış. İkinci karalla buluştuklarına hemen bir tane fotoğraf çekmiş. İkinci kral kendisinin fotoğrafı olduğunu görünce çok sinirlenmiş. Birinci kral biraz uzağa gitmiş ve bağırmış. ''Senin fotoğrafını internette yayınlayacağım. Herkes görcek. Ha Ha Ha!!''İkinci kral hemen birinci kralın yanına gelmiş. Birinci kralın elinden fotoğraf makinesini kaparken birinci kralın korktuğu şey başına gelmiş. İkinci kral :''Aklımda!''diye bağırmış. Fotoğraf makinesi almış içinden sadece kendi resmini değil , bütün resimleri silmiş. Sonra da birinci krala fotoğraf makinesini uzatarak ;''Al.'' demiş. Birinci kral yeniden ''Aklımda!''diyerek almış. İkinci kral ve birinci kral vezirlerinden birer tabure istemişler.Taburelerine oturup düşünmeye başlamışlar. En sonunda ikinci kral demiş ki;
''Bence biz böyle hiçbir şekilde birbirimizi lades yapamayacağız. İstersen sen benim sarayıma gel. Sarayı bölelim bir bölümünde ben bir bölümünde sen yaşa . Böylece birbirimizi daha çabuk lades yapma şansı bulabiliriz. Birinci kral bu işi beğenmiş. Ve hemen işe başlamışlar. Sarayın sağ tarafında birinci kral sol tarafında ikinci kral oturuyormuş.İkinci kral kazanmak için elinden ne gelirse yapmaya kararlıymış.
Günler geçmiş . Birinci ve ikinci kral birbirlerini yenmek için ne varsa yapyorlarmış. Birbirlerine kırk yıllık arkadaş gibi davranıyorlarmış.İkinci kral bir gün saraydan çıkmış dışarıda dolaşırken . Çok tatlı bir bir hayvan görmüş. Bu hayvan siyah renkliymiş. Biraz horoza benziyormuş. Ama arkasında yelpaze gibi kuyruğu varmış.İkinci kral bu hayvanı çok sevmiş. Sarayına götürmüş. Ona ''hindi ''adını vermiş. Onu besleyip büyütmüş. Ve tabii aradan günler geçmiş. Birinci kral da kendi çapında işlerle uğraşıyormuş. Her ikisi de ladesi unutmuşlar. En sonunda bir akşam üzeri ikinci kral birinci krala hindisini göstermek istemiş. Birinci kral hindiyi görünce çok sevmiş ve onu kucağına almak istemiş. İkinci kral tam onu kucağına verirken aklına lades gelmiş. Birinci kral hindiyi almış ve hiç bir şey demeyince ''Lades!''Birinci kral kaybetmişmiş. O sırada hindi bağırmaya başlamış ve saraydan kaçmış.O gün bu gündür o adanın ismi ''Hindistan''diye anılır olmuş. Ve kralın sarayına da Taç Mahal denmiş. Lades'i ikinci kral kazandığı için de akşam üzeri güneş ikinci kralın kaldığı  tarafa yani sol tarafa düşmekte. Bu arada o hindi hindistanda bir kez daha görünmemiş.

(Not: Bu hikaye tamamen uydurmadır.)

6 Kasım 2011 Pazar

Hepsi Elektrik Yüzünden!!!!!




Evde oturmuş ders çalışıyordum. Karanlıkta çalışamayacağım için ışığım yanıktı. Ayrıca bilgisayardan kalbin görevlerini araştırıyordum. Birden ışığım söndü ve bilgisayarım garip bir ses çıkararak kapandı.Evin içi soğudu sanki. Annemin mutfaktan ''Kızım iyi mi?''diye bağırdığını duydum. Babam ise delirecekti. Beşiktaş ve fenerbahçe maçında tam beşiktaş gol attığında elektrikler kesilmiş.Babam deli gibiydi. Annem hemen bir mum yaktı. Ben de 5. sınıfta yaptığım elektrik devresini yaktım.(neyse ki hala çalışıyor) Babam bana ''Hadi kızım sen yat'' dedi. ben de yattım ama korkarak tabii. Hep karanlığın içinden kötü bir adam çıkacak diye korkup durdum. Çok küçükken bile korkardım zaten ben böyle adamlardan falan. Hala korkuyorum. Neyse , en sonunda uyumayı başardım. Ama daha bir dakika bile geçmeden uyandım. Ya da bana öyle geldi. Çünkü saatime baktığımda saatin 9.00 olduğunu gördüm. Aslında okula yarım saat geç kalmıştım.' Neden annem ve babam beni uyandırmadı ki ?'diye düşünürken çok garip bir şey farkettim. Odamın içi kapkaranlıktı. Normalde benim odam evde en çok güneş alan odaydı. Herhalde annem panjuru kapatmıştır diye düşündüm. Ama hayır panjur açıktı. Asıl sorun havadaydı. Dışarısı kapkaranlıktı. Gözlerim yuvalarıdan fırladı o zaman. Tekrar saate baktım hayır doğruydu. Telefonumun saatine baktım. O da aynıydı. En sonunda babamın telefonunu çevirdim. Ama telefondan''Dıııt Dııııııt Dıttt!''diye bir ses geldi ve ''bağlantı hatası'' diye bir yazı çıktı. İnanamıyordum. Hemen annamle babamın odasına doğru çığlık atarak koştum. Aslında kendi çığlığım beni daha da çok korkutuyordu , ama belki kötü bir adam varsa korkup kaçar diye böyle saçama bir şey yapıyordum. Annemlerin odasına girdim . Yataklar inanılmaz derecede düzenliydi. Kimse yoktu. Bundan sonra bütün odalara baktım. Kimse , kimse yoktu ortalıkta.




Telefonumu da yanıma alarak sokağa fırladım. Sokakları gezinmeye başladım. Buraları adım gibi biliyordum. Zaten buralarda kimse olmazdı. En küçük bir ışık kaynağı bile yoktu ortalıkta. Yan sitenin bekçisi bile elinde güçlü feneriyle dolaşmıyordu. En küçük bir rüzgar esmiyordu. En küçük bir ''çıt''bile yoktu. Yol bomboştu ,insanı bırakın otomobil bile geçmiyordu. O kadar korkuyordum ki neredeyse küçük bebek gibi ağlamaya başlayacaktım. Tekrar eve girdim. Elektrikleri yakmayı denedim. Hiçbiri yanmıyordu. En sonunda uyumaya çalıştım. Uyandığımda. Işık neredeyse gözüme giriyordu. ''Oley ''dedim içimden. Hayatımda geçirdiğim o korkunç günden sonra havanın açtığını görmek çok güzeldi. Aşağı indim.Annemlerin odasına baktım. Olamaaaz. Annem ve babamın yatakları hala pürüzsüz bir şekilde duruyordu. Bütün gün evde durdum. Karnım acıkmıştı. Buzdolabını açtım. Bomboştu. Bu nedenle ocak da çalışmadığı için çiğ makarna yemek zorunda kaldım.(hiç tavsiye etmem)Elektrikler hala çalışmıyordu ama hava ışıl ışıldı. Evin bütün panjurlarını açtım. Kitap okudum. Ne yazık ki bilgisayar çalışmıyordu.AKşam oldu. Tam pijamamı giymiş yatağıma uzanmışken ve annemle babamın gelmesinde numudumu kesmişken kapının açılma sesini duydum ve ... Evet annemdi. Bana ''Kızım burada mısın?'' diye sesleniyordu. O sırada çok mutlu oldum. Annem ve babam da ne olduğunu bilmiyorlarmış. Gözlerini açtıklarında dışardaki masada uyukladıklarını görmüşler ve hemen eve gelmişler. Bunun çok saçma olduğunu ben de açıkladım ama böyleymiş. Ne yapabiliriz?

14 Ocak 2011 Cuma

Fabl Yazalım: Ağaç Yaşken Eğilir!

Çam birgün çalıya: ''Gittikçe yaşlanıyorum.'' demiş,
Çalı ona karşılık olarak :''Ne yapayım?'' diye söylemiş,
Hiç birşey öğrenemedim bu yaşıma kadar ,
Ne yalan söyleyeyim yardım edin bana demiş.
Çalı :''Git bilge meşeye söyle derdini,
O versin sana derdinin iksirini.
Çam gitmiş bilge meşeye,
Anlatmş derdini derman bulun demiş.
Bilge:''Gel demiş hergün bana,
Anlatayım bilgileri sana.
Çam gitmiş evine oturmuş sandalyesine,
Düşünmüş taşınmış yapacağım bu işi.
Hergün gitmiş denemiş becerememiş,
En sonunda bilge demiş olmayacak bu iş.
Çam düşünmüş çalıya danışmış,
Çalının umrunda bile değilmiş.
Çamın büyük ve çözülmez sorunu,
Çözülememiş kalmış ortada.
Çam vazgeçmiş,
Ağaç yaşken eğilir demiş.

Geçirdiğim Maceralar

Yağmurlu bir gündü. Sahibimin cebinden yanlışlıkla yere düşüverdim.Çamurların arasında öylece yatıyordum.Ben gıcır gıcr turuncu renkli bir elli lirayım.Şimdi çamur içindeyim.
Uzaktan gelen ayak sesleri beni tedirgin etmeye başlamıştı. Birden bir elin beni tuttuğunu ve havaya kaldırdığını hissettim. Birisi beni yerden alıp cebine attı.Bu kişi bir çocuk olmalıydı. Çünkü cebi kirlenmiş ve montunun sentetik yüzeyine yapışmış sakızlarla doluydu. Bu durumdan hiç memnun olmadım. Ayrıca içerinin kötü kokusu beni bayıltacak kadar feciydi. Bir süre daha yürüyen çocuğun ayak seslerini dinledim. En sonunda çok sıkıldım ve cebin içinde bulunan kirli sakızlarla oynamaya başladım. Bu gerçekten eğlenceliydi. Sakızlar bir tente kadar yumuşaktı. Fakat fark etmediğim bir şey vardı : Sakızlar eğlenceli olduğu gibi , aynı zamanda yapışkandılar tabii. Hemen yapıştım bu yapışkan maddelere. Ama eninde sonunda çocuğun minik eli beni kavradı ve sakızlı cepten çıkardı. Daha sonra başka birinin eline uzattı.
Bu bir kadındı ve beni bana benzeyen birsürü paranın yanına koydu. Burayı beğenmiştim. Benim gibi bir sürü parayla arkadaş oldum.Fakat birgün kadın beni aldı ve şişko, cimri bir adamın eline verdi. Bu adamdan hiç hoşlanmamıştım. Beni kocaman deri bir cüzdanın içine koydu. Burada yeni ve iyi yürekli arkadaşlar bulurum diye ummuştum . Ama onlar da en az şişko adam gibi cimri ve kibirlilerdi. Ve birgün kibirli adamın kibirli paraları tükendi. Tek ben kalmıştım. Bu nedenle şişko adam beni bir hazine gibi koruyordu. Zaten bir hazineydim onun gözünde.
En sonunda şişko adam borçta kaldı ve ve beni iyi yürekli bi terziye verdi.Bu terzinin dükkanında çok iyi arkadaşlar edindim. Ben hayatımın sonuna dek burada yaşamak isterdim ama öyle olmadı...

20 Kasım 2010 Cumartesi

Bu Günün İşini Yarına Bırakma

Tuana , okullar bir hafta tatil olduğu için çok mutluydu. Kurban Bayramı vardı. Komşu evlerde , arkadaşları ile şeker toplayacak ve bütün tatil doyasıya bisiklet sürecekti. Ama onu endişelendiren bir konu vardı. Tatil uzun olduğu için öğretmenlerinin çok fazla verdiği bir ton ödevin üstüne bir de türkçe öğretmenlerinin okumak için verdiği kalın kitap eklenince iş çığrından çıkıyordu. Tuana Cuma akşamı uyumadan önce yarın sabah yatağımdan fırlayıp fotokopilerin yarısını bitireceğim, diye düşündü. Yarın sabah kalktığında canı hiç mi hiç kalkmak istemedi. Dün akşam saat 11.00'e kadar izlediği korku filmi onun yataktan çıkmasını engelliyordu sanki. Tuana yeniden uykuya daldı...
Annesi onu uyandırdığında saat 10.00 olmuştu. Tuana birden dün akşam kararlaştırdığı planı hatırladı. Ama bunun için çok geçti artık. Yarın sabaha artık dedi kendi kendine , ve içini rahatlatmaya çalışarak annesi ile birlikte kahvaltı sofrasına oturdu. Bu vakitten sonra bütün zamanını arkadaşları ile dışarda bisiklet sürüp top oynayarak geçirdi. Akşam olduğunda ödevleri hakkındaki konu beynine girdi. Tuana bu düşünceyi beyninden çıkarmaya çalıştı ama bir türlü başaramadı. En sononda dayanamayıp masasının başına oturdu , lambasını yaktı , kağıtlarını çıkardı ve ödevlerini yapmaya başladı. Ama dikkatini toplayamıyordu bir türlü. Ne oluyordu onu! Hem kendine , hem öğretmenlerine , hem arkadaşlarına , hem de ailesine kızıyordu.
Ne olurdu sanki dikkatini toplayabilse, ne olurdu sanki öğretmenleri bu kadar çok ödev vermeseydi, ne olurdu sanki arkadaşları onu dışarda bu kadar tutmasaydı. ne olurdu sanki ailesi onun üzerinde baskı uygulamayı bıraksaydı. Ne olurdu sanki,dünya tersine mi dönerdi?
Okullar yarın açılıyor. Tuana'nın bütün ödevleri masasının üstünde üst üste yığılmış durumda. Tuana ne yapacağını bilmiyor. Annesine mi söylesin acaba? Ama annesi çok kızar.En sonunda Tuana annesine söylemeye karar veriyor. Öğleden sonra. Annesi temizlik yapıyor. Tuana annesinin yanına yaklaşıyor. Yutkunuyor. Çok korkuyor. Ya annesi kızarsa? En sonunda annesine olayı anlatıyor:
_ Şey anneciğim , şey mmm ben hiç bir ödevimi bitiremedim de bana yardım edebilir misin? şey çok çok özür dilerim.
Annesi ona hayretle dönüp bakıyor. Ve ağzından şu sözcükler dökülüyor:
_ Benden özür dileme Tuana. Bu benim hatam değil cezasını ben çekmiyeceğim. Sen çekeceksin. Öğretmenlerinle konuşacağım. Ayrıca bu öğleden sonranın hepsini derslerini çalışarak geçireceksin. Yapabildiğin kadarını yap. Yapamadığını da öğetmenine dürüst bir şekilde söyle. Ayrıca şu sözümü de hayat boyu aklından çıkaram:
'' BU GÜNÜN İŞNİ YARINA BIRAKMA''

8 Kasım 2010 Pazartesi

Kitap Okumak...

Neden kitap okuruz?
Soru dıştan bakıldığında çok kolay: ''Bilgiye sahip olmak için , hayal gücümüzü genişletmek için,kelime dağarcığımızı geliştirmek için falan filan falan filan''Fakat içerilere doğru indiğimizde hiç de öyle değil. Bence kitap okumanın en önemli faydası kitapların bizi değiştirmesi.
Daha da altlara indiğimizde ''neden kitap okuruz?'' sorusuna şöyle bir cevap çıkarabiliriz:
''Kitap hayal dünyamızı geliştiren ama neden yaptığımızı fazla sorgulayamadığımız ya da gerekçesiz yaptığımız faaliyetlerden biridir.Okumanın bir çok faydası vardır.Kitap okurken odanızın içindeki pencereden atlayarak dünyanın öbür ucuna , Yeni Zellanda'ya gidebilirsiniz. Ya da ıssız bir adada açlıktan ve susuzluktan ölmemek için bir sürü macera yaşayabilirsiniz. Kitap okumanın faydaları kişiden kişiye değişir: kimine göre zaman öldürme, kimine göre bilgi edinme , kimine göre düşünce yapımızı geliştirme , kimine göre haz alma , kimine göre kelime haznesini değiştirme... Fakat kitap bunlardan başka boş zamanı değerlendirmek için de okunur.''

Kitap okumak keyif mi zorunluluk mu?
Tabii ki keyif! Belki de çok okuyan kişiler için öyle.Bir kitabı zorla mı okursak o kitaptan keyif alırız, yoksa keyifle mi okursak keyif alırız? Cevap herkes için aynıdır:''Bir kitabı keyifle okursak o kitaptan keyif alırız.'' Peki bu cümle mantıklı geliyor mu? Neyi neyle okursak neyden ne alırız??? Öğretmenlerin yaptığı gibi cümleyi inceleyelim:
Evet çocuklar! İlk cümlemiz ''bir kitabı keyifle okumak''
Peki bundan ne anlıyoruz? Bir kitabı zorla okursak ne olur? Bu sorunun yanıtı çok kolay. Bir kitabı zorla okursak odamızın duvarları üstümüze üstümüze gelir. Nefes alamayız , daralırız. Kısaca kitabı okumayıp bırakmak isteriz. Fakat hem okuldaki öğretmenlerden , hem de evde anne ve babamızdan aldığımız ''kitap okuma '' kanunlarına göre bir kitaba başlandığında o kitap yarım bırakılmaz. Bu nedenle o kitabı okuyup bitirene kadar ölür ölür diriliriz.
Şimdi gelelim ikinci cümleye!''bir kitaptan keyif almak''
Bir kitabı keyifle okursak o kitaptan ''keyif alırız''. Bir kitabı keyif almadan okursak o kitaptan keyif alabilir miyiz? Hayır! O halde bir kitabı keyifle okumak ve bir kitaptan keyif almak deyimleri birbirini tamamlar.
Şimdi gelelim kitap okumayı sevmeyen çocukların düşüncelerine. İşte size bir örnek:
''İş çığrından çıktı artık! Okulda yeni bir uygulama başladı. Öğleden sonraki ilk dersten önce bütün okul donacak ve on beş dakika kitap okuyacakmışız. Ne istiyorlar bizden bir anlasam...
Şuleler'in okulunda yapılıyordu da gülüyorduk. Bizim de başımıza geldi işte! Müdür hepimizi topladı Cuma günü ve müjdeli haberi verdi. Özel bir zili olacakmış bu saatin.(Bence itfaiye sireni gibi; yangın var , diye bağırası geliyor insanın) Herkes hemen sınıfına koşuşturacakmış.(okumak için donmaya can atıyoruz ya !)Ama ne istersek okuyabilirmişiz.(Bora , ''Futbol gazetesi de okuyabilir miyiz?'' diye sordu ; kabul etmediler. Hem de bozuldular. İstediğimiz her şeyi okuyamayacağımız açık yani.)
Önemli olan günün belli bir süresini okumaya ayırmakmış.(okumaya karşı değilim ama böyle zorlama sessizliklerle okumanın ne yararı var?) Bu uygulama gelişimimize katkı sağlayacak ve okuma alışkanlığımızı arttıracakmış.(okuyormuş gibi görünme ya da aklım başka yerdeyken herhangi bir şey okuyabilme becerilerimin artacağı kesin.)
Küçük sınıflara baktım geçen gün , ne güzel , uslu uslu girdiler sınıflarına . Sonrası sessizlik. Herhalde açıp okuyorlardır. Küçükken öyledir ya okumak bile heyecan verir. Ama sonra değişir. Yeni heyecanlar girer insanın aklına . En azından bende öyle oldu. Bizden de küçük sınıflar gibi davranmamızı nasıl isteyebilirler?Hiç hakları yok zoraki uygulamalara. Onların yüzünden artık evde de okumaz oldum. Nasılsa ''dondurarak''o zamanı benden çalıyorlar...''

14 Haziran 2010 Pazartesi

Sınıfımızın Veda Partisinde Öğretmenime Yazdığım Yazı ve Şiirler

Öğretmenim , haftada beş gün annemin, babamın yerine geçtiniz. Eğitimn , öğretimin önemini, bencilliğin , cimriliğin kötülüğünüdevamlı hatırlatıp benliğime kazıdınız. Öğretmenim sizin sayenizde , okumayı , yazmayı, resim yapmayı , şarkı söylemeyive daha birçok faydalı aktiviteleri öğrendim.Kalbimin % 50 'si sizindir.Size ne kadar teşekkür etsem yetmez. Sizden nasıl ayrılacağımı tam beş yıldır düşünüyorum. Öğretmenim , sizi çok seviyorum. Sizin için yazdığım şiiri okumaktan onur duyarım.
SEVGİNİN DİLİ
Daha küçük bir çocukken
Birden baktım büyümüşüm

Uzun yıllar geçmiş

İlkokul bitmiş,anılarım gitmiş.

Yaşıyorum öğretmenim

Taşıyorum öğretmenim

Karanlığı yırtacağız
Aydınlığa çıkacağız.

Hem yanımda

Hep karşımda
Oturarak bana

Öğütler verdiniz öğretmenim.


Canım öğretmenim
Bu sözü duyduğumda Sevgi dolar hep kalbim
Her zaman mutlulukla,
şarkılar söylerim.

Veda partimizde
Bu şiiri okumaktan
Büyük onur duyarım

Saygılarımı sunarım.

Değerli öğretmenim,sevgili arkadaşlarım;
Bu güzel günümüzde arkadaşlarım ve öğretmenimle olmaktan onur duyarım. Hepinize iyi eğlenceler. Öğretmenimize böyle bir veda partisi düzenlediği için sonsuz teşekkürlerimi yoluyorum. Her zaman mutlu ve huzurlu kalmak dileğiyle, iyi eğlenceler.

5 Şubat 2010 Cuma

Kedimiz Sarıoğlan


Sarıoğlan anneannemlerin biricik kedisidir. Anneannemlerin geriye kalan tek kedisi Sarıoğlan'dır. Sarıoğlan beni de sever ama en çok dedemin ve anneannemin yanında durmayı ister. Bir gün yine anneannemlerin evlerine gitmiştim. Dedemin odasında dedem ile birlikte çalışıyordum. O sırada anneannem salonu yatak odasını ve mutfağı elektrikli süpürge ile süpürüyordu. Sarıoğlan'ın süpürgenin sesinden korktuğunu bilmiyordum , ama öğrendim. Sarıoğlan hop diye dedemin dolaplarının üstüne çıkmasın mı? Ben de bunu fark edince sandalyenin üzerine çıkarak sarıoğlan ile oyun oynamaya başladım. Sarıoğlan da bana şaşkın şaşkın bakıyordu. Tam tırnak atacaktı ki (!) aradan sıyrıldım. Anneannem de süpürmeyi bitirdi .Bu arada ; Sarıoğlan ile oyunumuz bitti.

29 Ocak 2010 Cuma

Anadolu Medeniyetleri Müzesinin Geziyoruz

Merhaba !
Bugün sizlerle birlikte ''Anadolu Medeniyetleri'' müzesinin gezeceğiz.
Müzeye giderken eski bir cami , Ankara Kalesi ve Atatürk 'ün ünlü heykeli ile karşılaşıyoruz. Hemen müzeye geliyoruz. Merdivenler oldukça uzun. Hepemizin yüzünde bir tebessüm var. Müzeye girdiğimizde binlerce yıl önce yaşayan insanların yonttuğu taşlar çıkıyor karşımıza . Binlerce yıl önce avladıkları hayvanların resimlerini değişik bitkilerden boya elde ederek duvarlara çizerlermiş .



Milattan önce 7000 yılında Çatalhöyük evleri de çok dikkat çekiyor. Eskiden Konya'da leoparlar yaşarmış. Boğa başlarını evlerine süs olarak kullanırlarmış.

Bakır ve Tunç elde edilmeden önce topraktan yapılan mutfak eşyaları , hayvan yağı ve süt saklamak için kullanılırmış.

Milattan önce 3000 yılında bakır elde edimiş . İnsanlar bakıra kalay katarak tunç elde etmişler.
Karşımıza Hacılar köyü ''Ana Tanrıça'' figürleri çıkıyor. Canhasan ana heykelcikleri de muhteşemdi.


Hitit uygarlığının simgesi sayılan ve Ankara Kızılay meydanında da heykeli bulunan , Hitit Güneşi 'nin orjinali burada...

Boğa heykelleri de çok göz kamaştırıcıydı.

Binlerce yıl öncesinden kalan eşyalara dokunabilmek sanki tarih öncesine yolculuk yapmak gibi...
Yazı tabletleri o kadar ilginçti ki ...
Asurlular Mezopotanyadan Anadolu 'ya gelerek çivi yazısını oraya getirmişlerdir.Karşımıza çok etkileyici mühürler çıkıyor.
Bakırdan yapılmış olan kazan , çanak ve çömlekler çok dikkat çekiyor.

Eski yıllardan kalma paralar gerçakten insanların ilgisini çekiyordu.Lidya 'lılar M.Ö. 7. yüzyılda ilk madeni parayı basmıştır.Lidya hakimiyeti M. Ö. 546 yılında persler tarafından yıkılır.
Urartu iğneleri hem elbise hem de saç iğnesi olarak kullanılırmış.
Şimdi hangi medeniyetleri gezdiğimize bir bakalım;
  • Hititler
  • Frigyalılar
  • Lidyalılar
  • Urartular
  • İyonyalılar
  • Romalılar
  • Bizanslılar
  • Selçuklular
  • Osmanlılar
M.Ö. 2000 sonlarında boğazlar üzerinden Anadolu'ya gelen deniz kavimleri köklü değişikliklere neden olur. Anadolu Hitit uygarlığı silinir , Yunan halkı ile Anadolu halkının birleşmesiyle İon uygarlığı başlar.
M.S. Romalılar, Bizanslılar , Selçuklular , Osmanlılarla devem eden Anadolu uygarlıkları Türkiye Cumhuriyeti ile devam etmektedir.



18 Ocak 2010 Pazartesi

ANNEM GİBİ BABAM GİBİ


-->
Kucakladın bizi sardın canına,
Sevgiyi , saygıyı kattık şanına,
Sevgi dolu bir gün daha
Artık rahatız yaşasın öğretmenim.
/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+
Daha küçük bir çocukken
Birden baktım büyükken
Uzun yıllar geçmişti
Öğretmenim gitmişti.
/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+*/*-+
Bu yıllarda hala
Gözlerim oralarda
Hala daha bakıyorum
Eski fotoğraflarıma
/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+
Ellerinizden öpüyorum.
Testlerimi çözüyorum
Emin olmak için de
Söylüyorum a,b,e,d
/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+
Her gün birden yarışıyorum
Her gün sizinle koşuyorum
Egzersiz yaparak yaşamak
Her zaman iyidir diyorum
/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+
Öğretmenim canım benim
Siz her zaman derdiniz
Ben sizin babanızım
Ben sizin ananızım diye
/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+
Şarkılar söyler iken
Resimler yapar iken
Ne güzel de söylerdim
Yapan benim öğretmenim
/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+
Yaşıyorum öğretmenim
Taşıyorum öğretmenim
Karanlığı yırta yırta
Çıkacağız aydınlığa
/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+
Canım öğretmenim
Sevgi dolar kalbim
Daha neler neler bana
Bu yıllarda hala
/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+/*-+
Bize birsürü bilgi veriyorsun
Seve seve öğretiyorsun
Canım öğretmenim
Minnet doldu kalbim

17 Ocak 2010 Pazar

SEVDA'NIN GÜNLÜĞÜ


Sevda öğretmeninden öğrenmişti günlük yazmayı. Öğretmenleri , onlara istedikleri zaman istedikleri gibi günlük tutabileceklerini söylemişti. Sevda da öğretemeninin dediği gibi günlük tutmak istedi.O akşam yattığında günlüğünü yazmaya başladı ki annesi odasına girdi.Dişini fırçalayıp fırçalamadığını sordu ve daha sonra da çıktı.
Sevda , artık yalnızdı. Günlüğünü istediği gibi , rahatça yazabilirdi. Hemen yazmaya başladı. Sevda günlüğüne şöyle yazıyordu:
''Merhaba Günlüğüm;
Bu sabah uyandığımda telaş ile kalktım. Çünkü saat 7 'yi 15 geçiyordu.Hemencecik giyindim ve giyinirken bir yandan da anneme sesleniyordum , Kahvaltıyı hazırlasın diye. Annem bana hiç bakmıyor , kardeşimle ilgileniyordu.
Bu durumdan her zaman rahatsız olmuşumdur. Neyse. Annem elbette birkaç parça ekmeğe yağ sürüp yiyebildim.
Bu yeterdi bana . Nasıl olsa yemek yemeği seven bir kız değildim. Biraz yağ - bal yedikten sonra dişlerimi fırçaladım. Çantamı sırtıma taktım ve her zaman yaptığım gibi yine Eda arkadışıma gittim. Onu da peşime takarak
okula vardım. O sırada sıra arkadaşımın da daha yeni geldiğini gördüm. Okuldaki zaman hızla geçti.İngilizce dersinden 2 tana kırmzı artım olmasını dikkatini çekerim. Eve geldiğimde evdeki zamanımın yarım saatini yemek yiyerek geçirdim.Bu bana iyi gelmişti. Böylece aklıma dersler girecekti. Yemek yedikten sonra anneannem ile telefon ile konuştum. Daha sonra ödev yapmaya başladım. Ödevimi yaparken çok dikkatli olmam gerekiyordu . Ödev yapmaktan başım biraz ağrımıştı. Ödevlerimi bitirmiştim. 23 Nisan için ilde yarışacaktım. Bunun için seçilmiştim. Bu nedenle acilen bir şiir ve bir yazı bulmam gerekiyordu. Yazı bulmak çok kolay geldi bana . Ama şiir bulmakta zorlanmıştım. Neyse , güzel bir şiir bulabildim. Daha sonra annem beni anneannemleregönderdi gndermedi gitmek zorunda kaldım. Bu iş beni yormuştu. Dinlenmek istiyordum.
Ama dinlenmedim. Tam tersine annemin benim için aldığı İngilizce kitabını çalıştım. O kitaptan da 3 tane test çözdüm. Annemin bilgisayarda açtığı esere dalmıştım. Öyle dalmışım kardeşimin geldiğini farketmemişim bile.
Kardeşim geldikten sonra her şey bitti. Kitaplarımı kapattım ve hızla sofraya oturdum . Öyle bir yemek yedim öyle bir doydum ki , anlatamam. Kardeşim ile ilk önce koltuktan koltuğa koşuşturarak. spor yapmaya başladık.
O da yetmezmiş gibi öyle bir oyuna daldık ki sanki sahne önünde oyun oynarmış gibiydik. Oyun oynarken bir anda annem 'Bir Zahmet'adlı filmin başlamış olabileceğini hatırlattı bizlere. Hemen açtık televizyonu. Seyretmeye başladık ve harika bulduk bu bölümünü. Tam 'Bir Zahmet'adlı filmin bittiği bir anda babam geldi.
Babam ile birlikte yatak odasına gittik. Orada ailecek sohbetimiz tamamladık. Babamın elini ve yüzünü yıkamasını bekledikten sonra babam ile birlikte kısaca oyun oynadık. Fakat o gün az ders çalıştığımı düşünerek odama çekildim. Matematik kursu ödevlerimi bitirdim ve anne , babamın yanına gittim. Makarna yedim, çay içtim. Bu bana iyi gelmişti . Hemen odama geri döndüm. Saatin ilerlediğini ve yatma vaktini geldiğinin farkına vardığımda , hemen dişimi fırçaladım ve yattım. ''

1 Kasım 2009 Pazar

Kanlıca Mantarının Öyküsü


Merhaba!
Ben bir kanlıca mantarıyım. Şimdi size nasıl büyüdüğümü , büyürken nasıl maceralar atlattığımı anlatmak istiyorum.
Büyük bir kanlıca mantarından spor olarak çıktım. Yeşil ve sulak bir alana yerleştim. Yanımda yemyeşil bir tane de arkadaşım vardı. Zamanımı arkadaşımla konuşarak geçiriyordum. Fakat o günlerde pek fazla yağmur yağmıyordu. Ve ben de kurumaya başlamıştım. Yanımdaki yemyeşil arkadaşım da biraz kurumaya başlamıştı. Yaşadığım ormandaki bütün canlılar ölüyor ve bağzıları da kuruyordu. Yaşadığım bu olay beni çok etkilemişti. Ben her zaman ileriki günlerde nefis bir kanlıca mantarı olmayı hayal ederdim. Fakat yağmurun yağmamasıyla bütün hayallerim yıkılmıştı. Ayrıca bu olay sadece beni etkilememişti. Yanımdaki arkadaşım ömrünün bittiğini sayıklayıp duruyor , hangi gün öleceğini tahmin etmeye çalışıp duruyordu . Büyürken böyle bir aksaklıkla karşılaşacağımı hiç ummamıştım.
Bir gün üzerime minicik bir su damlası düştü. Ve bir tane daha. Ve en sonunda da kocaman bir tanesi tam başımın ortasına düşüverdi. Yağmurun tadını alabiliyordum. Daha ilk yağmur damlasında anlamıştım zaten.Yağmur bir kaç saat sürdü. Belki de bir kaç gün. Bir kaç gün de sürse , bir kaç saat de sürse ben çok şenlenmiş ve eski rengime kavuşmuştum. Günler geçtikçe büyümeye başladım. Artık yağmur bol bol yağıyordu. Ben de hızla gelişiyordum . Günlerim neşeyle geçiyordu. Mutlu günlerden sonra tam toplanacak büyüklüğe gelmiştim. Günlerden bir gün kulağıma bir ses geldi . Bu ses:
- Aaaaaa! diye bağırıyordu.
İşte tam o sırada bir nesne beni tuttu ve de tuttuğu gibi de kesti. Beni keserken canım o kadar çok yandı ki bilemezsiniz. O nesne beni kestikten sonra başka kanlıca mantarlarının da bulunduğu bir sepete attı. Beni sepete attıktan sonra sallanmaya başladım . Midem bulanıyor ve başım dönüyordu. O zaman uyuya kalmışım. Uyandığımda kendimi geniş bir kapta buldum. Tam o sıralarda küçük parçalara ayrılmaya başladım. Beni küçük parçalara ayırdıktan sonra başka bir kaba aktardılar. O kapta ısınmaya başladım. Rengim de değişiyordu.
Ve birden keskin bıçakların arasında çiğnenmeye başladım .

31 Ekim 2009 Cumartesi

Bu Bir Kanlıca mı?


Merhaba!
Benim ismim İzel. Ankara'da yaşıyorum. Tatil için köyümüze gittim. Şimdi size bu köyün etrafını çevirmiş olan ormanın içinde nasıl bir olay yaşadığımı anlatmak istiyorum.
Dedem ve anneannemi ormanda gezmeye ikna etmek için büyük bir çaba harcadım. En sonunda onları bir orman gezisine çıkarmak için ikna etmeyi başardım. Dedem sopasını , anneannem sepetini aldıktan sonrs yola çıktık. Bu geziyi yapma amacımız. biraz kanlıca mantarı bulmaktı. Kanlıca mantarı turuncu renktedir. Kenarlarında belli belirsiz koyu çizgiler görünür. Kokusu da çok güzel olur. Biz kanlıca mantarını kesmek için bıçak kullanırız. Ama köylüler elleriyle koparmayı tercih ederler.
Ben de tam bir kanlıca mantarı meraklısıyım. Bir kanlıca mantarını elime alıp saatlerce koklayabilirim. Uzakta turuncu bir şey görürsem hamen yanına koşar incelerim.
İşte o ngün de böyle bir geziye çıkmıştık. Dedem ve anneannem bize yeni bir yol önerdi. Bu yolda ilerlemeye başladık. Bol ağaç kütüğü bulunan bir yerde mola verdik. Fakat ben yerimde duramıyordum.Uzaktan turuncu bir şey gördüğümde umutlanıyor.Yanın gidip de onun zehirli bir mantar olduğunu gtörünce hayal kırıklığına uğruyordum.
En sonunda molamız bitti.Ben anneanneme bir soru sordum:
- Anneanne yolun ortasında kanlıca mantarı bulunur mu?
Anneannem:
- Allah izin verirse bulunur , dedei.
Ben de ozaman umutlanmaya başladım. Yolun kenarını değil , Yolun ortasını incelemeye başladım. Uzakta tam yolun ortasında turncu bir şey gözüme çarptı. Koşarak yanına gittim. Biraz umutlanmaya başlamıştım. Gerçekten bu bir kanlıca mantarı olabi,lir miydi. Evet! Bu bir kanlıca mantarıydı. Hemen kesip cebime koydum. Bu bir kanlıca mantarıysa , bu kanlıca mantarının yakınlarında da kanlıca mantarı olabilirdi. Hemen aramaya giriştim. Yolun sağ tarafına baktım . Bir sürü turuncu noktalar vardı. Çok heyecanlıydım. Yolun ortasında bir kanlıca mantarı bulmuştum. O zaman ,yolun kenarında 10 tane kanlıca mmantarı bulabilirdim. Hiç yerimde duramadım.Hemen turuncu noktaların yanına gittim. Bunlar tam orta boyda çok taze kanlıca mantarlarıydı.
Hemen hepsini teker teker topleamaya başladım. Topladıkça bitmiyorlardı. Bu kadar çok kanlıca mantarı bulduğumu anneanne ve dedeme anlatmak için sabırsızlanıyordum.
Dayanamöadım ve kanlıca mantarlarını saymaya başladım. Tam 23 tanelerdi. Anneanem ile dedemin yanına koştum. Bu nefis kanlıca mantarlerını anneannem ve dedeme gösterdim. Anneannem ve dedem de çok sevindiler. Yolun ortasında bulduğum kanlıca mantarını da gösterdim.
Geziden sonra eve geldik. Anneannem kanlıca mantarları kararmasın diye çabucak doğramaya başladı.Doğrarken birden durdu
Yoksa benim bulduğum 23 mantar kanlıca değil miydi?

Güven Dolar Evimiz


Babacığım seni ne kadar seviyorum bir bilsen
Her zaman yanımda olurdun sen
Her vakit yardımcı olur
Öğütler verirdin sen

Babacığım seninle
Evimize can gelir
Güven dolar evimiz
Reis eve gelince

Kulağıma öğütler
Neler söylerdin neler
Güven dolar içimiz
Babam gelin deyince

Babam hadi deyince
Mutlu olur kalbimiz
Öğütler söyleyince
Merak eder hepimiz.

Babacığım seni ne kadar seviyorum bir bilsen
Her zaman yanımda olurdun sen
Her vakit yardımcı olur
Öğütler verirdin sen

Bir Küçücük Gül İken


Anneciğim seni ne kadar seviyorum bir bilsen.
Her zaman yanımda olurdun sen,
Her vakit yardımcı olur,
Ninniler söylerdin,

Küçükken yudum yudum,
Sütlerinle uyudum.
Bir küçücük gül iken,
Anne , sevginde boğuldum.

Kulağıma ninniler,
Neler söyledin neler.
Bir küçücük gül iken,
Kucağına gömüldüm.

Hiç ayrılmazdım,
Bir küçücük gül iken .
Kucağında büyüttün,
Her zamanki yerinden.

Anneciğim seni ne kadar seviyorum bir bilsen,
Her zaman yanımda olurdun sen,
Her vakit yardımcı olur,
ninniler söylerdin sen,

29 Eylül 2009 Salı

Ormanım



Ormanımın süsüsün
Ormandaki hayvanlar
Bizimle gurur duyarlar
Ne güzelsin ormanım

Ağaçlar ve çiçekler
Ormanımın neşesi süsü
Keşke bende görebilseydim
Ormanları hayvanları

Sensin benim ormanım
Ben seni çok severim
Sen herşeyden de4ğerlisin
Sakın bunu unutma

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Geveze Olan Gizem


O gün hava çok güneşliydi. Karabük civarında bir köyde Gizem adında bir kız yaşardı.
Gizem köyünün civarındaki yemyeşil ormanda gezmeyi çok severdi. Tabi Gizem biraz gevezeydi. En azından kendisi öyle düşünüyordu. Ayrıca gevezeliğinden kurtulmak istiyordu. Fakat ne kadar uğraşsa da gevezeliğinden kurtulamazdı. Bir gün pararmağına bir yüz resmi çizerek ve onunla konuşarak ormanda ilerlemeye başladı. O sırada ilerde üstü hurma ağacı yapraklarıyla süslenmiş bir yeşillik alan gözüne çarptı. Oraya bakmak için ilerledi. O sırada önüne bakmıyor parmağıyla konuşuyor gevezelik yapıyordu. osırada ayağını bastığı yeri göremeden hurma yapraklarının üstüne basmasın mı? İşte ne olduysa osırada oldu. PAAT! KÜÜT! diye bir çukura düşmesin mi? Halbuki o çukur bir avcının av yakalamak için kurduğu bir hayvan tuzağıymış. Sonra ne mi olmuş? Köylüler Gizem'i bulup çukurdan çıkardılar. Gizem de bu olaydan sonra artık gevezelik yapmıyordu. Köyünde mutlu bir hayat sürerek yaşadı.